Münir TAŞTAN
haber@dogansehiraktuel.com
93 Muhacirleri derken
28/05/2013 (7) Şu duruma dikkat çekmek isterim. Orta çağda Piskopos, Papaz ve Kardinallerin, Hıristiyanlık dinini kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, ülkelerini karanlığa gömdüklerini, her bakımdan geri kalmalarına neden olduklarını ne zaman ki onların etkisinden kurtulunduğunda Aydınlığa ve bunun sonucu olarak da refaha, zenginliğe ve
güce kavuştuklarının bilincine varan Avrupalılar; Osmanlıyı yıpratmak ve yıkmak
için, din silahını kınından çıkartarak taarruza geçmişlerdir. İslami din ifsat
komitelerince, İslam dinini çok iyi öğrenen ve kavrayan kendi insanlarını
Osmanlı topraklarına dini ajan olarak salmışlardır. Bu insanlar halk üzerinde
etkili olan hocalarla temaslar kurarak, onlarla İslam dini hakkında fikir
alışverişinde ve tartışmalarda bulunarak onları bazı konularda ikna etmek
suretiyle, İslam dinin yozlaşmasına, yanlış yorumlanması ve anlaşılmasına neden
olmuşlardır. Osmanlının gerilemesinde bir diğer önemli konuda, bilgiden
ve ilimden uzak kalınmasıdır. Müslümanlık dininin yüce Allah tarafından ihdası
ve son peygamber Hz. Muhammed’in insanlara iletisiyle birlikte, Müslümanlığın
öngördüğü dini ve ilmi bilimler, insanlar tarafından benimsenerek hızla hayata
geçirilmiş, Hıristiyanlık âlemi karanlıklar içinde cebelleşirken, bir güneş
gibi ortalığı aydınlatmıştır. İlim yoluyla büyük mesafeler kat edilmiş,
insanlık yararına olan ilmi buluşlar gerçekleştirilmiş, bu sayede genişleyerek
büyümüştür. Gönül insanları (Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Ahmet Yesevi,
Mevlana gibi) vasıtasıyla özellikler Selçukluklar döneminde Anadolu’nun her
köşesine İslam’ın getirdiği aydınlık ve medeniyet, oralarda yaşamakta olan
gayrimüslimlerce şaşkınlık ve hayranlıkla karşılanmıştır. Müslümanlık düzeyi sahip olduğu kitap ve kütüphanelerle
ölçülür olmuştur. Hıristiyanlar, İskenderiye’deki o büyük kütüphanede bulunan
binlerce kitabı yakıp kül ederken, dokuzuncu yüzyılda Bağdat’ta yüzden fazla
kütüphane mevcuttu. Küçücük Necef şehrinde bile kırk bin ciltlik bir kütüphane
bulunuyordu. İlim adamları bilgi konusunda adeta birbirleriyle yarışıyor,
araştırmaları sonucunda ulaştıkları insanlık yararına olan buluşlarla,
kendilerini kanıtlamaya çalışıyorlardı. Bu çalışmaların ve buluşların neler
olduğunu öğrendiğimizde ağzımız bir karış açıkta kalacaktır. O dönemlerde ilmi
konularda neler yapıldığına şöyle bir göz atalım: Bilimsel ve teknolojik birçok araştırma ve buluşların
önceleri İslam coğrafyasında ortaya konduğunu ve bilahare Avrupa’ya geçtiğini
görmekteyiz. El Kindi (801 – 866), Razi (865 – 925), Farabi (870 – 950), İbn-i
Sina (980 – 1037), Ömer Hayam (1048 – 925), İbn-i Rüşt (1126 – 1198),
NasreddinTutsi (1201 – 1274) gibi daha yüzlerce bilim adamı nasıl görmezlikten
gelinebilir. Avrupa’da yazılmış bütün aritmetik kitaplarının kaynağı
Harezmî’nin (780 – 850) “Hesab-ı hindi”sidir. Ondalık kesirler sistemi
Giyaseddin Cemsid’e (1380 – 1437), trigonometrinin bütün özellikleri Ebu’l Vefa
Buzcani’ye (940 – 998), matematikteki “0” Muhammed Bin Ahmet’e, modern optik
İbn-i Heysem’e (957 – 1029) aittir. Bilim alanında çokça kullanılan alkol, kimya,
cebir, ziraat, botanik, narenc, zafran, soda, kutun, nilüfer, potasyum, amino
asit, sodyum, nitrat ve civa gibi daha birçok terim doğudan geçerek batıda
kullanılır olmuştur. Demire su verip çeliğe dönüştürmek, katarakt, çiçek, kızamık
gibi hastalıkları tespit ve tedavi etmek, cerrahi müdahalelerde uyuşturucu
kullanmak, yüksek ateşi soğuk su banyosu ile düşürmeye çalışmak, damarlardan
kan akıtmak gibi tedavi yöntemleri uygulamak gibi insan sağlığını ilgilendiren
yöntemler İslam âlimlerince biliniyor ve uygulanıyordu. İçi delik enjeksiyon
iğnesinin 1256 yılında Al Mahusen, kan dolaşım sistemini Şam’da 1298 yılında
ölen İbn-i Al Nafis (bu sistem 300 yıl sonra Portekizli servete mal
edilmiştir.), modern sosyolojiyi İbn-i Haldun ortaya çıkarmıştır. Kâğıt daha
Avrupa’da bilinmezken Semerkant’ta bir kâğıt imalathanesinin varlığından
haberdar oluyoruz. Matbaa bile önce Çinlilerce bulunmuş, Türkler ve Araplar
tarafından Avrupa’ya taşınmıştır. Oysa Gutenberg’e mal edilmiştir. O sadece
harfleri dizgileyerek, pratik hale getirmiştir. Pusula da aynı yola Avrupa’ya
ulaşmış ve G.D’Amalfi’ye mal edilmiştir. Dante, “İlahi Komedya”sını yazarken
Muhittin Arabî’den esinlenmiştir. Klasik müzikte sol anahtarı ve beş hatlı nota
ilk defa Müslümanlarca kullanılmıştır. Tarım teknolojileri El Avam’ın “Kitab-ül
Hülase”sinden öğrenilmiştir. Kristof Kolomb Amerika’nın keşfinde bulunurken,
İbn-i Rüşt’ün kaydettiği bilgilerden yararlanmıştır. Uluğ Bey’in hazırladığı
dünya haritası keşifler sırasında gemi kaptanlarına yol gösterici olmuştur. Kısaca özetlemek gerekirse İslam coğrafyası bilim ve
düşüncede çok önemli bir zenginliğe sahipti. Müslüman bilim adamları
mütemadiyen önemli buluşlar gerçekleştiriyordu. Avrupa orta çağ karanlığında
yaşarken, İslam coğrafyası ilmin yarattığı aydınlığa doğru yelken açıyordu. Bu
ilmi aydınlık, Selçuklularca devam ettirilmeye çalışmış, Osmanlının ilk
dönemlerinde ise bu ilim ışığının sönmemesi için gayret gösterilmiştir. Ancak,
siyasi ve maddi çıkarlar ön plana çıkmaya başlayınca 1600’lü yılların sonlarında
itibaren bu ışık sönmeye başlamış, arada kısa dönemlerde tutuşturulmaya
çalıştırılmış ise de bir daha aydınlatmamak üzere söndürülmüştür.(Soner
Yalçın’ın araştırmalarından) Orta çağda ortaya çıkan İslam âlimlerinin o zamanlar yazmış
oldukları ilmi kitaplar, Avrupalılarca, okullarda ders kitabı olarak okutulup,
onlardan yararlanılarak gelişme sağlarlarken, 17. yy’dan itibaren Rönesans ve
Reform hareketleriyle başlayan aydınlanma döneminde, onların gösterdikleri
sanayi ve teknolojik gelişmelerden İslam âlemi ve dolayısıyla onu temsil eden
Osmanlı, yeterince istifade edememiş ve sahneden çekilmek zorunda kalmıştır. Bütün bu anlatılardan şunu açıkça anlıyoruz ki, Osmanlı ve
İslam âlemi şu iki çok önemli hususta hassasiyetini ortaya koyamamıştır. Dar
kafalı, maddi ve siyasi çıkar sahibi insanların güdümünde kalmıştır. Dini
gerekçelerle halkı uyutmak ve kandırmak daha kolay ve pratik olduğu için dini
kullanmışlar ve ilme tamamen sırtlarını dönmüşlerdir. İlim demek aydınlık
demektir. Her türlü bilgi ve kültür onunla kazanılır. İlim sahibi insan kafası
çalışandır, mantığını işletendir. Neyin iyi, neyin kötü, neyin yararlı ve neyin
zararlı olduğunu bilendir. Böylesi insanları hurafelerle, yalan ve dolanla
etkilemek mümkün müdür? Onun içindir ki, gücü elinde bulunduranlar bu tip
insanlardan hoşlanmazlar, onlara kolay etki edemezler. Bu durumda da ilmi
çalışanlara köstek olurlar. İlim adamlarını toplum nazarında şu veya bu şekilde
yaftalayarak itibarsızlaştırmaya çalışırlar. Öyle bir zaman gelir ki toplumun
bütün kesimi, artık etkisiz hale getirilmiş olur. Gücü elinde bulunduranlar,
artık rahat ve mutludurlar. Ancak bu durumdan hoşnut olan birileri daha vardır.
“su uyur, düşman uyumaz” şeklinde bir atasözümüz vardır. Onlar, durumun ne
olduğunun ve nereye gidileceğinin farkındadırlar. Bir ülkede ilim yoksa
ilerlemede yoktur dur. Üretim ve gelişimde yoktur dur. Ya ne vardır? Tüketim
vardır ve oda bir gün mutlaka tükenecektir. Ve böylece onların kucağına
düşülecektir. Artık onların oyuncağı olunmuştur. Kedinin fare ile oynadığı gibi
oynarlar. Onların her istediğini yapmak zorunluluğu vardır. El mahkûmdur. Bir
kere el verilmişse kolu kurtarmak ne mümkündür. Yararına olabilecek hiçbir
şeyin yapılmasına müsaade edilmez. Osmanlı, son dönemlerinde aşırı borçlanma
sonucu Duyun-i Umumiye ve kurulan Osmanlı Bankası ile ipotek altına alınmıştır.
Ne yazıktır ki, ilim yapmak denilince dini ilim anlaşılmaktadır. Böyle bir
sınır çizmek doğrumudur? Her ilmin getirisi ve sağladığı yarar başkadır.
Müslüman olarak dinimize sahip çıkılmalı kurallarını yerine getirmeli
getirmeli, öğretilerini çok titiz bir şekilde takip etmeli ve bu konuda çaba
gösterilmelidir. Bu arada diğer bilimlerde gözlerden uzak tutulmamalıdır.
Beşeri ilimler üzerinde de çalışılmalı ve bilgi dağarcıkları genişletilmelidir.
Ne yazıktır ki, dini bilimler üzerine yoğunlaşıldığı ve diğer beşeri bilimler
önemsenmediği için geri kalmışlık sarmalından kurtulunulamamıştır. Yabancılar
beşeri ilimlere ilgi ve bu konuda çaba gösterdikleri içindir ki, gerek
ekonomide gerek sanayide gerek teknolojide ve gerekse siyasette yüksek düzeye
çıkılmış olup, çeşitli dayatmalarla İslam ülkelerini yönlendirirken, bir yandan
da sömürgeye devam etmişlerdir. Yüce İslam’ın ilimi, bilgiyi ve bilgi sahiplerini yok
saymadığı, aksine teşvik ettiği aşağıdaki örneklerle açıkça ortaya çıkmaktadır. Alak suresinin başında “ oku, o yaratan rabbinin adıyla oku” diye emir buyuran yüce kitap Kuran-ı Kerimin Zümer süresinin dokuzuncu ayetinde “ hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” sözünden hareketle, İslam dininin yüce kitabı vasıtasıyla insanları, okumaya ve öğrenmeye yönlendirdiği, çok açık bir şekilde ortadadır. ******************* (8) Ayrıca yüce İslam
Peygamberi Hz. Muhammed’in şu sözleri: -
İlim nerde bulunursa alınmalıdır, Çin’de bile olsa. -
İlim müslümanın yiğitliğidir, bulunduğu yerden
alınmalıdır. -
Bilim adamlarının mürekkebi, şehitlerin kanından daha
kıymetlidir. -
Bilim adamının ilim yaparken kullandığı zaman, bir
müslümanın ibadet yaparak geçirdiği zamandan daha kıymetlidir. -
Bir saatlik ilim yapmak, 60 yıllık ibadete bedeldir. Yüce Peygamberin bu sözleri ilme ve öğrenmeye verdiği önemi
göstermektedir. Ayrıca, İslam din âlim ve düşünürlerinin; -
İlim öğrenin, zira ilim; sahibi için bir ziynettir. -
İlim cehaletin karşıtı aynı zamanda düşmanıdır. -
Ey akıl sahipleri, ilim yüksek bir makamdır. Ona nail
olduğun zaman diğer bütün makamlar yok olur.(Zernuci) -
Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum. (Hz
Ali) -
İlim yapın! Yapamıyorsanız, ilim yapanlara saygı
gösterin. Onu da yapamıyorsanız, hiç değilse onlara engel olmayın kin gütmeyin.
(Ebu Derda) Gibi özlü ve düşündürücü sözler,
İslam dininin ilme ne kadar büyük önem verdiğini açıkça göstermektedir. Bilgiyi aramayan, bilginin ne işe
yaradığının farkında olmayan, basit ve akıl dışı yorumlarla yetinen, biçimsel
kalıplar içerisine sıkıştırılmış, cahiliye den kalma inançları sürdürmeye
çalışan, hoşgörüden uzak, tutucu ve çıkarcı insanların hâkimiyeti altındaki
devletlerin ve milletlerin, ne duruma düştüklerini, tarihin akışı içerisinde
gözlemlemek her zaman için mümkün olmuştur. O, zamanında çok güçlü, üç kıtaya
hükmeden büyük bir dünya devleti olan Osmanlı imparatorluğunun, neden
durakladığı, gerilediği ve sonunda
tarihe karıştığını işte buralarda aramak gerekir. Mademki, Osmanlının neden bu
kadar aciz durumlara düştüğünü merak ediyoruz, o halde onu bu maceraya
sürükleyen nedenleri zamanında bizzat yaşanmış olaylarla açıklığa kavuşturalım. 1 – Osmanlının büyük gelişmesinde
bilgisiyle, görgüsüyle, büyük iradesiyle büyük pay sahibi olan Fatih Sultan
Mehmet’in ölümü üzerine, iki oğlu Cem Sultan ile Beyazıt’ın arasındaki taht
kavgası sonucunda, içki müptelası olan II. Beyazıt’ın sarayın dindar geçinen
takımını arkasına alarak, tahta geçmeye en layık ve namzet olan Cem Sultan’ı
alt etmesi ve tahta geçer geçmez de babası Fatih Sultan Mehmet’in tüm olumlu
çalışmalarını sekteye uğratması, 2 – Osmanlının en zirveye çıkmaya
vesile olan Kanuni Sultan Süleyman’ın tahta çıkmaya layık ve namzet olan
oğullarından önce Mustafa’yı daha sonra’da Beyazıt’ı çeşitli hezeyan ve
tahrikler sonucu boğdurtarak, kendisinin ölümü üzerine de tahtı, içki müptelası
II. Selim’e altın bir tepsi içinde sunulması. 3 – I. Ahmet’in İngiltere elçisi
Henry Lello’nun 1599 yılında babası III. Mehmet’e hediye ettiği Dallam ustanın
yapıtı bir sanat harikası saatli orgu; çanları, melek ve kuş figürleri
nedeniyle “ bunu yapan tanrılık taslamış “ diyerek parçalatıp yaktırması, 4 – III. Murat’ın, ilim adamı
Takiyeddin’in gök bilimlerini incelemek üzere bir rasathane kurması yönünde
yaptığı müracaata, hocasının da cevaz vermesi üzerine binlerce altın harcayarak
rasathaneyi kurdurması, ancak, cahil halkın “rasathanede, gökteki meleklerin
bacaklarına bakıyorlardır, başka ne ola ki” deyip tahrik edilmesi sonucunda,
çıkacak isyan hareketinden çekinerek rasathaneyi ortadan kaldırması, 5 – III. Ahmet zamanında 28
Çelebizade Sayit Mehmet Efendi ile İbrahim Müteferrika’nın Avrupa’da ki İlmi
gelişmelerden etkilenerek ülkede de matbaanın kurulmasına cevaz verilmesi
üzerine, cahil halkın “ bu bir gavur icadıdır bize gerekmez” diye ortaya atılan
içki müptelası ve serden geçti olan patrona Halil tarafından tahrik edilerek,
büyük bir isyan hareketinin başlatılması sonucunda, Sultan III. Ahmet’in
görevden çekilmeye mecbur bırakılması, 6 – III. Mustafa’nın,
başarılarından ve gücünden dolayı hayranlık duyduğu, bu başarı ve güce
müneccimler sayesinde ulaştığına inandığı Prusya Kralı II. Friedriche’den üç
müneccim talep ettiği, kralında Sultan Mustafa’ya “benim müneccimlerle işim
olmaz yalnız mademki bu konuda benden yardım istiyorsun sana üç tavsiyede
bulunayım: 1- Ordunu her an için harbe hazır tut. 2- Hazineni daima dolu tut.
3- Tarihsel olayları incele ve etkilerini aklının bir köşesinde tut. 7 – III. Selim’in, artık dejenere
olmuş olan yeniçeri ocağını kaldırarak, yerine “nizam-ı cedit” adında yeni tam
teşekküllü bir ordu kurmaya çalışması üzerine, yeniçerilerin “Biz Rus askeri
oluruz da cedid askeri olmazız” diyerek kazan kaldırması, ayrıca o sıralar
ülkede meydana gelen yangınlar, hastalıklar ve tabii afetlerin, bu girişimin
uğursuzluğuna bağlayan cahil halkın, Kabakçı Mustafa denen bir serden
geçtiğinin tahrikiyle, büyük bir isyana dönüştürülerek, tahtından indirilip
canına kıyılması, 8 – Çocuk yaşta ve sistem gereği
akıl ve ruh sağlığı bozuk durumda olan şehzadelerin tahta geçirilmesi (
İbrahim, IV. Mehmet, I. Mustafa, II. Süleyman, II. Ahmet, IV. Mustafa) Verilen bu örneklerden dinin ne
denli istismar edildiği yahut da ne denli yanlış yorumlandığı, ilmin, bilginin,
kültürün olmadığı ya da önemsenmediği toplumlarda cehaletin, duyarsızlığın halk
üzerinde yarattığı korkunç etkiyi görünce, Osmanlının neden çöktüğünü anlamak
hiçte zor gelmiyor insana. Her şeyi Allah’a havale etmek
kaderciliktir. Her şeyi Allah’tan beklemek bedavacılıktır. Allah insana akıl
vermiş, güç vermiş ayrıca yol göstermiştir. İnsanın sahip olmak istediği her
şey tabiatta mevcuttur. Onu arayıp bulmak, insanın zekâsını çalıştırıp, çaba
göstermesine bağlıdır. Durup dururken Allah hiç kimseye bir şey nasip etmez. Matbaayı Osmanlıya ilk getiren
mütefekkir İbrahim Müteferrika Osmanlı’nın geri kalmışlığını ve çöküşünü daha o
zamanlar şu nedenlere dayandırıyordu: Kanunların uygulanmaması, adaletsizlik,
devlet işlerinin ehil ellere verilmemesi, bilginlerin düşüncelerine
tahammülsüzlük, askerlik alanında teknik bilgilerden yoksunluk, orduda
disiplinsizlik, rüşvet almak, devlet parasını kötüye kullanmak ve nihayet dış
dünyadan habersizlik. Müteferrika bu tespitleri, III. Ahmet zamanında
yapmıştır. Demek ki Osmanlı da bir düzelme olmadığı gibi bu olumsuzluklar
artarak devam etmiş ve Osmanlı’nın sonunu getirmiştir. Çok kısa olarak, Osmanlının yıkılması ve İslam ülkelerinin geri kalmışlığı; yüce İslam dininin siyasi ve çıkar hesaplarına kurban edilmesi, derinlemesine değil, yüzeysel olarak değerlendirilmesi ve ilme, bilgiye sırt dönülmesi ve önemsenmemesinden kaynaklanmaktadır. SULTAN II. ABDÜLHAMİT Mademki, 93 muhacirlerinin
bulundukları yerleri terk ederek yurdun çeşitli yörelerine göç ettiklerini ve
özelliklede Doğanşehir’e gelen muhacirleri konu ediyoruz. Mademki, buna neden
olarak 1293 (1877 – 78) Osmanlı-Rus harbini gösteriyoruz, o dönemin padişahı
olan sultan II. Abdülhamit’ten kısaca bahsetmemiz ve onu yakından tanımamız
gerekmez mi? Sultan Abdülmecit’in oğludur.
1842’de doğmuş, 1918!de ölmüştür. Saltanatı 1876’dan 1909’a kadar 33 yıl
sürmüştür. Tam 30 yıl ülkeyi istibdat ile yönetmiştir. Babası Abdülmecit
zamanında iyi bir kültür almış, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi Türk aydınlarıyla
yakınlık kurmuştur. Amcası Abdülaziz’in ölümü, onun yerine geçen ağabeyi V.
Murat’ın akıl sağlığının bozulması üzerine, üç buçuk aylık gibi çok kısa görev
süresi sonunda, hiç beklemediği bir anda tahta oturtulmuştur. Kimilerinin “ Kızıl Sultan” diye
adlandırılıp itibarsızlaştırdığı, kimilerinde “Ulu Hakan” diye itibarlaştırdığı
Sultan II. Abdülhamit, bana göre; ne Kızıl Sultan denilecek kadar itibarsız, ne
de Ulu Hakan denilecek kadar itibarlı bir hükümdardır. Zamanın koşullarına
göre, günahı ve sevabıyla olumlu ve olumsuz yanlarıyla bir dönem padişahlık
gibi büyük bir sorumluluk taşımıştır. 1 – Öldürülmek ve görevden
uzaklaştırılmak korkusuyla kendisini yıldız sarayına kapatması, ülkeyi oradan
idare etmeye çalışması. 2 – Şüpheci ve kuruntulu olması,
bu sebeple hafiyecilik ve jurnalcılık ortamı yaratması. 3 – 30 yıl boyunca baskıcı ve
istibdadi bir idare uygulaması. 4 – 93 harbini çok kötü
yönetmesi. Uzaktan kumanda ile ve verdiği yanlış taktiklerle savaşın gidişatını
ve ordu komutanlarının verecekleri kararları olumsuz yönde etkilemesi. 5 – Kararsız ve itimatsız olması.
Bu vesileyle iktidarı süresince 28 defa sadrazam değiştirmesi, Sait Paşa’yı
yedi defa görevden alıp tekrar göreve iade etmesi. 6 – Güçlü ordu komutanı ve
paşalarla çalışmaktan kaçınması. Ordu komutanlıklarının yaşlı, güçsüz,
idaresiz, tehlikesiz insanları getirmesi. Sadrazamlığa ve vezirliğe de
getirdiği insanların itiraz etmeyen ve her denileni yapanlardan tercih
edilmesi. 7 – Dış güçlerden özelliklede
Ruslardan çok çekinmesi, onlardan korktuğunu her vesile ile belli etmesi
üzerine şımartılmaları ve cesaretlendirilmeleri. 8 – 93 Osmanlı – Rus Harbi
sırasında, dünyanın üçüncü büyük donanmasına sahip olmasına rağmen, ondan hemen
hemen hiç istifade etmemesi ve kullanılmayan gemilerin zamanla çürümeye terk
edilmesi. 9 – Başlangıçta jön Türkler ve ittihat ve terakkicilerin çalışmalarına ilgi duyması ancak bilahare, onların her işe karışmalarına tahammül gösteremeyerek meclisi feshetmesi, onlarla olan irtibatını tamamen kesmesi. ********************* Bunlar onun olumsuz yanları
olarak değerlendirilebilir. Ancak diğer yandan; 1 – Kendisinden öncekilerinin
aksine tutumlu olması, gereksiz harcamaların ve uygulamaların önüne geçmesi.
Gerektiğinde kendi parasıyla bazı eksiklikleri gidermesi. 2 – Olaylar karşısında temkinli
ve soğukkanlı olması, özellikle dış ilişkileri dengeli götürmeye çalışması. 3 – İyi bir eğitim almış ve
dolayısıyla bilgili ve kültürlü olması. 4 – İstanbul’dan hatta yıldız
sarayından dışarıya pek çıkmamasına ve ülke durumunun pek de parlak olmamasına
rağmen, yabancı büyük devlet adamları tarafından ziyaret edilmesi ve değer
verilmesi. 5 – Sanatla çok yakından
ilgilenmesi, bizzat kendisinin marangozluk ve oymacılık sanatı üzerinde
çalışmaları. 6 – Sanayin gelişmesi, tarım modernizasyonuyla
ilgilenmesi. 7 – Özellikle eğitime verdiği
önem, takdire şayandır. Onun zamanında 12 yüksek ve lise düzeyinde okul 20
Erkek, 9 Kız, 8 Askeri, 1 Bahriye Rüştiyesi, 19 Erkek, 3 Kız numune ilkokulu,
264 sıbyan mektebi, 66 Rum, 45 Ermeni, 9 Katolik, 34 Musevi, 3 Bulgar, 11
Protestan okulu bulunduğu saptanmıştır. Müze-i Humayün, Beyazıt umumi
kütüphanesi, yıldız arşivi ve kütüphanesi, hazine-i evrak, Haydarpaşa’da
tıbbiye mektebi ve özellikle kendi parasıyla yaptırdığı Şişli Etfal Hastanesi
ve Darülaceze günümüzde de yaşamakta olan eserleridir. 8 – İstanbul’da ve diğer
kentlerde yapılaşmaya önem vermesi. Okullar, çeşmeler, camiler, saat kuleleri
yaptırmış olması. Devrin yaşanan önemli hadiseler gelince; 1 – 93 Harbi ve Balkanlarda
yapılan askeri mücadelelerin kötü sonuçlanması ve büyük toprak kaybı. 2 – İttihat ve terakkicilerin
baskısıyla meşrutiyeti ilan etmesi bilahare savaş koşullarını gerekçe
göstererek meclisi kapatması ve akabinde istibdadı bir yönetim uygulaması. 3 – Ayestefanos ve Berlin
antlaşmalarıyla Ermeni’lere sağlanan iyileştirmeler üzerine, Ermenilerin durumu
istismar etmeleri, bu durumdan çok rahatsız olmaya başlayan Sultan
Abdülhamit’in Kürt aşiretlerini silahlandırarak onları cezalandırmaya
çalışması. Durumun farkına varan Ermeni’lerin, intikam almak adına kendisine
suikast düzenlemesi, bombanın vaktinden önce patlamasıyla ölümden kurtulması (
bu patlama sonucunda 26 asker, 58 sivil ve 20 at parçalanarak ölmüştür.) 4 – Mithat Paşa gibi çok değerli,
çok çalışkan ve çok üretken bir insanı, önce sadrazam tayin etmesi, akabinde
“kendisi bildiği gibi hareket ediyor, beni kale almıyor” diyerek görevden
alması, ülkeden uzaklaştırması. Sonradan bu düşüncesinden vazgeçerek onu ülkeye
çağırması. Kendisine önce Suriye, daha sonra İzmir Valilik görevinin vermesi.
Yakınındaki yağcı takımının Mithat Paşa ile ilgili karalama çalışmaları
sonucunda, amcası Abdülaziz’in ölümüyle ilişkilendirilip yargılanması.
Yargılanma sonucu Arabistan’ın Taif Kalesine hapsedilmesi ve orada bilinmeyen
bir nedenle ölmesi ya da öldürülmesi. II. Mustafa zamanında Avusturya
cephesinde Zenta’da yapılan savaş Osmanlı için bir faciaydı. Osmanlı ilk defa
böylesine ağır bir yenilgiyle tanışmış oluyordu.30.000 kadar subay ve asker
imha edilmiş, bütün savaş ağırlıkları, toplar, 9 bin araba, binlerce deve, at,
öküz, kırk bin florinlik hazine, padişahın özel arabası, mehter takımı tümüyle
düşmanın eline geçmiş ve sonuçta 1699 yılında Avusturya, Rusya, Venedik ve
Lehistan ile Karlofça anlaşması imzalanmıştır. Yapılan bu savaş ve Karlofça
anlaşması Osmanlı için, bir dönüm noktası olmuş, Osmanlının da mağlup
edilebileceği inancı kuvvet kazanmıştır. Bu durumdan cesaret alan Rusya,
sıcak denizlere inmek hayaliyle saldırılarını sürdürmeye devam etmiş, III.
Ahmet zamanında yapılan Prut harbinde büyük bir yenilgi almıştır. Prut
bataklığında sıkıştırılan Rus ordusu, Kraliçe Katarina’nın, Baltacı Mehmet
Paşa’ya rica ve minnetiyle yok olmadan kurtulmuştur. Ancak, Rusya bu hayalinden
hiçbir zaman vazgeçmemiştir. I. Abdülhamit zamanında yapılan Küçük Kaynarca
anlaşması ile II. Mahmut zamanında yapılan ve Edirne anlaşmasıyla sonuçlanan
savaşlarda Ruslar Osmanlıyı mağlup ederek, büyük maddi ve manevi kazanımlar
elde etmiştir. Rusların her defasında Osmanlıya
galip gelip güç kazanması, diğer Avrupa ülkeleri özellikle İngiliz ve
Fransızları tedirgin etmiştir. Karşılarında güçlü bir Rusya görmektense
zayıflamış ve hastalıklı Osmanlı ile idare etmek daha avantajlı olacaktır.
Üstelik onların da aslında, geniş Osmanlı topraklarında menfaatleri
bulunmaktadır. I. Abdülmecit zamanında yapılan Kırım Harbinde, hem faizli borç
verip maddi yönden yardım etmişler, hem de ordularıyla destek vermişlerdir.
Sonuçta, iki buçuk yıl süren Kırım Harbi, bağlaşıkları İngiliz ve Fransızların
katılımıyla, Osmanlının galibiyetiyle son bulmuştur. Bu sonuç Osmanlıyı daha da
rehavete sokarken, Rusya’yı daha da kamçılamıştır. Büyük bir hazırlık
döneminden sonra, daha önceden detaylarıyla anlattığımız üzere yapılan 93
harbi, Osmanlı’nın büyük bir yenilgisiyle sonuçlanmış, büyük toprak
kayıplarına, gerek doğuda ve gerekse batıda büyük göçlere neden olmuştur. Ruslar, I. Abdülhamit, II. Mahmut
ve Sultan Abdülmecit zamanında özellikle Kırım Savaşı sonrasında Osmanlının
İngiliz ve Fransızlarla bir olup kendilerini yenilgiye uğratması, onları daha
da hırslandırmış, öç alma duygularını kin ve nefrete dönüştürmüştür. Bunun
sonucu olarak, Kuzey Kafkasya’da yaşamakta olan Türk asıllı insanlara büyük
baskı ve zulümlerde bulunmuşlardır. İnsanların çoğunu katletmişlerdir. Sağ
kalanların bir kısmını Sibirya içlerine sürerek ölüme terk etmişlerdir.
Canlarını kurtarabilen diğer insanlarda güneye inerek Osmanlı hâkimiyetinde
bulunan sınırdaki Artvin ve Kars’ın sınır köylerine yerleşmişlerdir. Ruslar, bu insanları burada da rahat bırakmamışlardır.
Nitekim en son yapılan 93 harbi esnası ve sonrasında, zulümlerine devam
etmişlerdir. İnsanlarımızın acı – tatlı çocukluk, gençlik ve yaşlılık
dönemlerine ait tüm anılarının yaşandığı bu topraklar, harbin sonunda yapılan
anlaşma gereği, ödenmesi gereken harp tazminatının ödenemeyen büyük bir
bölümüne mahsuben, Ruslara verilmiş, ödenebilen küçük miktarıyla da Ruslar
buralarda malikâneler, saraylar, ordugâhlar ve konutlar yapmaya başlamışlardır.
Bu da göstermiştir ki, Ruslar buraya geçici olarak değil, sürekli olarak
yerleşmek istidadındadırlar. Artık kendilerine ait olmayan bu topraklarda
kalmanın ve üzerinde yaşam sürmenin bir anlamı kalmadığına inanan ve Rusların
zulmünden ve baskısından bunalan, artık dayanma gücünü tamamen yitiren yöre
halkı, 93 harbinin başladığı 1877 yılından itibaren peyderpey Rusların
zulmünden uzaklaşmak adına, onların erişemeyeceği kadar uzaklara bir meçhule
doğru göç etmeye başlamışlardır. Bir insanın doğup büyüdüğü,
çocukluk, gençlik hayallerinin yaşandığı bu topraklara, bir daha dönmemek ve
görmemek üzere terk etmesi ne kadar acı ve kasvetlidir. Bir meçhule doğru
gitmenin sıkıntısı ne kadar zordur ve meşakkatlidir. O insanların duymuş
oldukları hisleri, duygular, efkârları, çektikleri derin acıları ve hele hele
Rus zulmünü anlamak ve anlatmak mümkün müdür? İnsanların yaşadığı Rus zulmünü
ve bu zulme karşı onurlu direnişini, bizzat Rus Generali Kropaktin ağzından ve
insanların yaşadığı hissiyatı da o mahallin şairleri Zihni ve Güftari den
dinleyelim: İkinci Mahmut zamanında yapılan
Osmanlı Rus Harbi (1828 – 29) sırasında Ahıskalıların yiğitçe savunmasını
kırmak için şehrin yıkılmasını emreden Rus Generali Kropaktin, gelişen olayları
şu şekilde izah etmektedir. “ Ahıskanın muhafızları ile halkın erkeklerinin
seceat ve kahramanlığı tasvire muhtaç değildi. Ancak, Ahıskanın hiçbir yerde
misli ve menendi görülmemiş bir tarzda ateşe atılan kadınlarını da hatırlamak
gerekir. Türk kadınları ellerinde kılıç bulunduğu halde Rusların üzerlerine
aslanlar gibi hücum ve savlet ederek, muharebede sebat ediyorlardı. Çaresiz
kaldıklarında ise kendilerini diri diri yangın alevlerinin içine atıyorlardı.
Cesetleri küle dönerken ruhlarını Cenab-ı Hakka teslim ediyorlardı.” Ruslarla yapılan her savaş
esnasında, yöre insanları mücadelelerini yapılan her türlü zulme karşı güçleri
yettiğince devam etmişlerdir. Her türlü sıkıntılara katlanmışlardır. Bunlar
hiçte kolay olan şeyler değildir. Mahallin hassas halk şairlerinden Zihni’nin o günlere ait duygularını ifade eden şu dizelere kulak verelim. Vardım ki; yurdumdan ayak
göçürmüş, Yavru gitmiş, ıssız kalmış otağı, Camlar sikeşt olmuş meyler
dökülmüş, Sakiler meclisten çekmiş ayağı. Sümbül, şebboyu, gülü har almış, Süleyman tahtını şimdi mar almış, Zevk-ü şevk ehlini ah-ü zar
almış, Gama tebdil olmuş ülfetin çağı. Kangı dağda bulsam ben o merali, Kangı ile sorsam çeşmi gazali, Leylasını yitirmiş mecnun misali, Gezmiş dağdan dağa yoktur durağı. Sümbüller perişan, güller kan
ağlar, Zihni dehr elinden her zaman
ağlar, Vardım ki bağ ağlar, bağıban
ağlar, Şeyda bülbül terk edeli bu bağı. Posoflu araştırmacı yazar Fehmi bayraktaroğlunun anlatımıyla 1878 yılında Posofun Rusların eline geçmesinden sonra, çoğu Posoflu topraklarını terk ederek, yurdun çeşitli yörelerine doğru göç etmeye başlamışlardır. Caborya (günlüce) köyünde şair Güftari, bizim Doğanşehir muhacirlerinin Malatya’ya göçerken 1880 yılında Ulgar Dağında kendini uğurlayanlara hitaben dile getirdiği şu ağıta yer vermeden edemeyiz. Saz sohbet eylerim dinleguş ilen, Doldu didelerim kanlı yaş ilen, Elveda eyledik eyledik eş yoldaş
ilen, Gurbet ele düştü işim ağlarım. Selatin camiler hep esir kaldı, Vade tekmil oldu tarihler doldu, Ahır şerre kaldı, başım ağlarım. Görünmez al bayarak, kalındı
hasret, Düzdük katar göçü eder hareket, Zehir oldu ekmek, aşım ağlarım. Arşa direk oldu dayandı ahım, Senden ayrılmışım gül yüzlü
şahım, Yoktur senden ayrı eşim ağlarım. (Yaşar Yaman – Dünden bugüne Doğanşehir) Malatya yönüne doğru göç eden
Posof, Şavşat, Ardahan köylerine mensup muhacirlerin göç serüvenini, o
sıralarda yaşanan etkili ve onurlu bir sevda hikâyesiyle sürdürelim… |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
93 Muhacirleri derken - 24/06/2013 |
Artvin’in Şavşat ilçesinin eski adı Motka yeni adı Savaş olan köy sakinlerinden Kanlı Kadir’in ki eskiden birini öldürdüğünde bu adla anılmaktadır, |
93 Muhacirleri derken - 10/04/2013 |
93 Muhacirleri derken kim ne anlamaktadır? Bahsi geçen muhacirler nerelerden gelmişler, ne sebeple gelmişler, nasıl gelmişler ve neler yapmışlardır? 100 kişiye sorulsa, ancak |